Ameliyat sonrası


Evet yoldaş, henüz narkozun etkisinden çıkmışken şu sözleri tekrarlayıp duruyorsun kulağıma: "Sahile gideceğim". Hangi sahil diye soruyorum sana, yaz bitiyor zaten tatil iyi gelir diye ekleyerek. Sen ise "daimi olan" diyorsun, bir sahil bulacağım ve kalacağım orada hep. Binlerce kez bunları söylediğini duyumsuyorum. Ben olsam ben de giderim, zorunda olmasam bu bozkırda niye yaşayayım diyince, bana cevabın net oluyor: "zorunluluk diye birşey yok, seçtiğimizi yaşıyoruz".

Seçtiğimizi yaşıyorsak, sürekli seni tanıdığımdan beri, yani onlarca yıl ne diye hayatından, tutsaklığından, seçtiklerinden,  ötekilerden şikayet ediyorsun demek istiyorum o anda. Ama demiyorum, sen uykuya dalıyorsun bu sözlerle. Tabii tüm bu olan bitenler hastane odasında zaplarken bulduğun hayvanlı belgesel eşliğinde gerçekleşiyor.

Sahilde yaşamak hakkımız mı yoldaş diye düşünüyorum ben ne zamandır. Bunca cehennemin ortasında, bireysel, çiftsel, ailesel, ve hatta arkadaşsal cennetler mi yaratmalıyız. Bilmiyorum. İyi şeyler hakettiğimizi biliyorum aslında, onlarca rezil mahlukatın olduğu bu dünyada bizler rahatı basbayağı hakediyoruz ama, allah kahretsin ki, bir türlü rahatı da istemiyoruz. Yine de ben mesela Can'la bir ada'da hızlı zamanlar akıtmak isterdim. O yaşama neler damıtabilirdim ama bilemiyorum bunu. Her ada bir yalnızlık parçası, değil mi aynı zamanda?

Böyle işte, kasaba-şehir ikileminde boğuluyorum yoldaş. Aslında uzun zamandır şehirlere dayanamadığımı da anlıyorum. Son Paris gezisi bunu iyice anlatıyor bana. Hiç de çekici gelmiyor bulvarlar, saat kuleleri, tapınaklar, bir sürü etniden bir sürü ses, çıldırmış kalabalık... hiç de etkilemiyor, ırgalamıyor bu çılgınlık. Bu çılgınlığa nasıl bir don biçebileceğimi, ondan nasıl ütopik kültür-sanat-moda etkinlikleri çıkarabileceğimi de bilemiyorum. Yaşlanıyor muyum, ne?

Yok umudum varsa hala, düşemiyorsam bir türlü, düşleyebiliyorsam, henüz yaşlanmadım demektir. Bu güzel, bu çok güzel ama etrafta bu denli yaşlı insan görmek de bunaltıcı. Onlara benzerim diye korkuyorum mesela.

Bir de bana başka neler dedin yoldaş ameliyat gecesi: İnsanoğlu ne de arsız, ölüm korkusu sarınca "artık böyle olmayacağım, herşeyi değiştireceğim" diyor ama riskler geçer geçmez, gündelik yaşama ve eski rutinine kolayca dönüp, kendine verdiği sözleri unutabiliyor. Biz unutmamalıyız diyebildim sana. Biz o insanoğulları gibi olmamalıyız. Umut tam da burada yoldaş. İnsanoğlu ne halt ederse etsin, biz ondan sıyrılabiliriz. Bu uğurda karşımıza çıkabilecek yalnızlık, göğsümüze takacağımız şanlı bir nişandır. Yeter ki aklımızı da ameliyat edelim, onun hükümranlığından alabildiğince uzaklaşalım. Ada'mıza gideceğiz bir vakit, hem de mutlu, mesut, kaygısız - şehri ve bulvarlarını ve meydanlarını ve alışveriş merkezlerini ve cafcaflı ne varsa artık geride bırakıp. Seçtiğimizi yaşıyoruz derken çok haklıydın. İyi uykular yoldaş...

Togliatti'12 

Yoldaş'a Mektup


Düşünce ve eylemin yitirilişidir bu yüzyıl. Bir alegoriler çağıdır. Zihnimiz; acıların, arzuların ve hazların soyutlandığı yitik bir yüzyılın şizofrenisinidir. Anlama çabası yerini yitik bir varolma çabasına bırakmıştır.      Teori 'aşma' çabasının değil, yitirilişin anlamlandırılmasının dilidir artık. Arzular geleceğe ilişkin aksiyomu değil, bugünün yitirilişine karşı sahte direnişin dilini temsil eder. Yaşam; şarkılarda, duvarların ardında, romanlarda, fısıltılarda gizlenmiş bize uzak diyarlarda yaşanan heyecansız meraklar uyandıran hikayeler olmuş … Merak ve arayış yitirilmiş. Yaşamın dışında anlık hayale hapsolmuş bir anlamsızlık haline gelmiş. Merak ve arayış; bir gemiye binip okyanusa açılan kaşifin, üzerinde hırkası yollara koyulan dervişin, manastırlar arası bilgiyi arayan ortaçağ rahibinin dünyası artık bir mit olmuş zihnimizde.   

Araftayız. Korku varoluşu besliyor, varoluş korkuyu. Direnmek unutulan yaşamın içinde şekillenen bir 'virtüel' olmuş… Zihin, korkuyu düşünce ile besliyor. Düşünce ise dış dünyayı anlamsızlaştırarak, nedenler ve sonuçlar ile gizliyor. 'Teori' örtüleri kaldırırken, şimdi örtüler olmuş gerçeğin üzerine. Zaman ve mekana hapsolmuş düşünceye artık 'teori' diyoruz. Antik Yunan'ın değişim fikri, evrensel arayışı bu yüzyılda ancak tebessüm ile karşılanır olmuş. Arayış, verili olanla sınırlı. Artık, verili olana 'reel' diyorlar, olabilecek olana ise 'virtüel'. Oysa 'reel' seçilen değil kurtulmaya çalıştığımızdır. Ve ancak verili olanda edinilir. Yani tüm yaşamımız olduğumuza karşı isyan hikayesidir. İşte tam da burada virtüel ile reel çakışır. Olduğumuza yani tam da yaşamın içerisinde, ona dokunarak sahip olduğumuza karşı, yine 'reel'in içerisinde beliren yaşanabilirliklere karşı duyulan heyecandır anlamın kendisi. Yitirilen ise; 'reel'in yıkılışına duyulan tam da onun içerisinde ona karşı olma arzusudur. İşte tam da bu yüzden zaman ve mekana hapis kopuk bir virtüel arzudur bizi dervişin ve kaşifin dünyasından koparan. Arayış; 'reel'e  tamda onun içinde isyan olmayınca, bugünün dili zihne hakim olmaya başlıyor. 'Arzu ve sahip olunan' muhasebe defterlerine konu, 'sosyal zeka' uyumun tanımı oluyor. Aşk ise denge arayışı oluyor. 

Arayış; kurtuluş değildir hele çözüm arzusu hiç değildir. Arayış; temastır ve o temasın reddidir. Sahip olunana karşı isyandır. Her isyan yeni bir kuruluştur, yeni sahip oluşlardır. Virtüel ve reel olanın kesişimi ise aktüel olandan değiştirme çabasıdır. Aşk insanın olumlu yitirilişidir. Eğer virtüel olan aktüel olduğunda hala büyük bir heyecanla ona isyan heyecanı yaşıyorsan. 

Bu yüzyıl zihnimizdeki çatışmanın felsefe aracılığı ile olumlu veya olumsuz olarak kurulması çabasının zamanıdır. Kavramlar negatif kuruluşu getirircesine oluşturulur, hareketsizlik barındırır içerisinde zamanın kavramsallaştırılmasıdır.  İşte bu yüzden korkular yatışır, arayış tutsaklıkla son bulur. İşte bombok olan tam da budur. Sınırlı bir zaman ve mekanda çatışmanın yaşanması. Oysa Cemil Meriç değilmidir kör olduktan sonra karısını terk ederek Lamia Hanım'a koşan… Meriç 'reel' de reele karşı çıkıp, virtüel olanı aktüel hale getirmemiş midir? Reel bir engel değildir, onun sendeki işdüşümüne isyan edersen.

İçinde yaşadığımız dünyanın zihnimizdeki çapraşık izdişümlerinden kaçamayız. Ancak tümel olarak dünyayı ve tekil olarak incelediğimiz objeyi mümkün olan en iyi şekilde tanımlama çabasındayızdır. Dışarıyı en iyi gördüğümüz yer her zaman en iyi yer olmayabilir. Bazen en iyi yöntem manzarayı en iyi gördüğümüz yer değildir. Tüm çabamız, en iyi görünüm için bir tepe arayışıdır.

Periklytos'13

Değişim Üzerine


Sevgili Yoldaş,

Bu sabah Londra’da güneşli bir ilkbahar sabahına gözlerimi açtım. Uykuma, penceremi örten perdenin arasından süzülen güneşin yüzümde bıraktığı sıcaklıkla son verdim. Yatağımdan kalktıktan sonra önce büyük bir hüzün ve sonrasında büyük bir coşku kapladı yüreğimi. Timur Selçuk’un İspanyol Meyhanesini dinleyerek, yine daldım  en özgür hayallere…Bu sabah en güzel hayalleri Hayyam’ın Rubaileri ve bir kadeh şarapla süsledim. Geçmişe, hayallerime, aşklarıma, heyecanlarıma, meraklarıma doğru heyacanlı bir yolculuğa daldım…

Bir sürü soru belirdi yine zihnimde, bir sürü çelişki…

Sonra yeniden sorular sordum, neden değiştirmek istiyorum? Aşkları, yaşamımı, kendimi ve neden her şey olmak istiyorum, aynı zamanda hiçbir şey olmayı düşlüyorum?…

Galiba insan olduğum için…

Hayatı merak ediyorum … Meraklarıma yanıtlar bulduğumu sanarak, kendimi soruların yarattığı dayanılmaz sıkıntılardan kurtarıyorum…

Bu sabah lise yıllarımda tutmuş olduğum bir not buldum. Defterimin sayfalarına, Karl Marx’ın ‘filozoflar bugüne kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler, asıl olan onu değiştirmektir’ cumlesini yazmışım. Bu sözün altına da şöyle bir not düşmüşüm: Değişim esastır,  biz insanların düşünme yetimizi işletebilmemiz aslında bu değişimi algılamak ve onu formülleştirme uğraşından başka bir şey değildir. Eğer insan düşünen bir canlı ise, değişim bizim var olabilmemizin itkisidir.

Kısacası Yoldaş, değiştirmek, düşünmemiz ve sorgulamamız için elzem bir ihtiyaçtır.

Dostluklarımız, meraklarımız, aşklarımız, sorularımız, cevaplarımız kısacası bu döngünün bir ürünü, tüm sıkıntılarımızın sebebi doğanın temel bir yasası olan düzene doğru eğilimin bir ürünüdür. Biz kaosun çocuklarıyız. İçinde bulunduğumuz anı ve bu anın demir parmaklıklarının arasında özgürlüğü hayal eden bireyleriz. Düzen bizi huzursuz etmeli, cevap bulduğumuzu düşündüğümüz her sorun bizi rahatsız etmeli. Yoksa özgürlük; demir parmaklıkların ardında bulduğumuzu sandığımız bir düş, bir yanıt, bir hayal olur.

Artık cevapları eleştirmeliyiz…

Dünyayı değiştirmenin tek yolu, tanımladığımız bütün yolları yeniden tekrar ve tekrar eleştirmekten geçiyor.

Ne büyük çelişki yazdıklarım, yeni bir cevap bulmuşum gibi yazıyorum…

İşte Yoldaş, aslında bir çözüm ve yol önermiyorum, bir cevap bulduğumu sanıp, kışkırtıyorum. Aslında, cevabımı eleştirmek için heyacan duyarak yazıyorum.

Bugüne kadar dünyayı yorumlamakla zaman geçirdik, cevaplar aradık cevaplar bulduğumuzu sandık, şimdi asıl olan cevapları eleştirmek, yani yeniden yorumlamak…

Tüm günlük sorunlarımız bu işte…

İktidar Yoldaş…

İktidar karşımıza her zaman çıkan zor bir soru oldu. Kimileri doğamız gereği sahip olduğumuz bir kavram olduğunu düşündü, kimileri de  insanlığı kurtarmak için gerekli olduğunu savundu…

Oysa ki, biz iktidar mücadelesini yeniden kurmalıyız. Yönetmek olmamalı esas olan, değiştirmek olmalı… Mücadele demek yeni sorunlar ve yeni cevaplar demek… Biz kaosun çocuklarının vahası mücadele aslında… Statik olan herşey  biz insanları  rahatsız ediyor…

Yoldaş, biz alışkanlıklarımızı ve düzeni sevmiyoruz. Ne kişisel ilişkilerimizde ne de bu kişisel ilişkilerimizin tanımlandığı siyasal sistemlerin içerisinde… Verili olana alternatif olan bütün siyasal fikirler bizim için sorularımıza yanıt olacak vahalar olmanın ötesine geçmiyor…

Biz değişimin önündeki her şeye karşıyız…

Herakleitus; aynı nehirde iki kez yıkanılmaz demis. Eğer önüne barajlar kurmazsak, aslında bütün mücadeleler nehir önüne çekilen setlere karşı...



Periklytos ‘05

Ölüme Dair-1


“ Bir gün öleceksin diye niye korkuyorsun? Bu, dünyanın yasasıdır. Senden önce yaşamış o kadar değerli insan, hiç seslerini çıkarmadan öldüler. Sana ne oluyor?” (Lucretius)

Ölüm nedir arkadaş…

Yok olmak mı? Yoksa sadece felsefi anlamda varlığa gelmenin tersi mi?

Ölüme ilişkin sorulacak her soru bilincin bir oyunudur aslında. Hepsi düşünebilme yetimizin bir aldatmacasıdır.

Cogito ergo sum…

Doğum ve ölüme ilişkin sorduğumuz her soru bizim deneyim edemediğimiz gözlemlerimizin oluşturduğu bir düşünce pratiğidir.

Ölüm ve doğum matematiktir. Yani bir dildir. Dile gelen yaşanmamışlıklardır.

İnsan hayatı Parmenides’in varlık anlayışındaki gibi sadece deneyime gelen yani varlığa gelmeyen ya da yokluğu olmayan ya da daha basit ifadeyle başı ve sonu olmayan sadece olan ve olanın yaşandığı bir süreçtir.

Biz ölümsüzüz arkadaş…

Varlığa geldiğimiz anı ve yokluğa gidişimizi yaşayamayan zavallılarız.

Varlığa gelme ve yokluğa giderken mekân seçme hakları elinden alınmış zavallılar. Öldükten sonra cenneti ve cehennemi seçemiyoruz. Doğduğumuzda nerede ve kimlerle hangi kara parçasına ait olduğumuzu belirleyemiyoruz. Sadece kaderimize razı oluyoruz.

İnsanoğlu varolduğu andan yok olduğu ana kadar iradesiz mi?

İşte arkadaş,

Yaşarken yaptığımız bu iradesizliğe başkaldırmak, başını ve sonunu bilemediğimiz bu süreçte zamanı ve mekânı belirleme isteğimizin adına devrimcilik diyorum.

Eğer doğduğumuz ve öldüğümüz anı algılayamıyorsak, yaşamlarımız sonsuzdur. Varlığa gelmemiş ve yokluğu olmayandır. Yani yaşamlarımız başı ve sonu olmayan bir irade ortaya koyma sürecidir.

Ölümü anlarız fakat kavrayamayız.

Politika ölüme benzer çünkü politik olmak irade ortaya koymaktır. Politikada nedenler anlaşılır fakat kavranamaz. Ölüm gibi politikada, insanın kendisinin de öznesi olduğu bir süreç olduğu için sonuçları geçmiş olmadan anlaşılamaz.

Devrimcilik algılananın ötesine geçip, irade ortaya koymaktır. Devrimcilik, başlangıç ve sondan bağımsızdır. Sonsuzluk içerisinde sonlanmayan bir sonsuza gidiştir. Süreklidir, insanın yaşamı gibi başı ve sonu yoktur. Zamanın ötesinde mekanın içerisindedir.

 Bizim derdimiz homo politicus yaratmak olmalıdır. Varlığın sonsuzluğu içerisinde, ölümü yoksayan, doğarken ve ölürken elinden alınan seçme hakkını yaşamın sonsuzluğunda elde eden homo politicus…

Yaşamaya mahkûm, yaşama mahkûm olmayan, zaman ve mekânın muhafazakâr durağanlığına isyan eden devrimci bir homo politicus…

Ölümün bilincine varamayacağını bilen ve tamda bu sebeple sonsuzluğa inanan umutlu bir homo politicus…

Sonsuz yaşayacağını bilen ve bu yüzden durağanlığın sıkıcılığı içerisinde yaşama isyan eden sürekli değiştiren bir homo politicus…



Periklytos’08

Ölüme Dair-2


'Günaha Son Çağrı' filmini izledikten sonra yazdıklarım.

Ölüme dair notlar:

Ölüm korkudur insan zihninde.
Sonsuzluk, hiçlik, özgürlük, yokoluş, yeniden varoluş…
Hangisidir?
Ölüm bir bilinemezlik, bir arzu durumudur.
Kimisi için simgesel kimisi için imgesel;
her ikisi içinde bilinemezliğe duyulan korku.
Korku yarındır,
ölüm yarından sonraki gün.

Ölüme korku bilinemezlikten  gelir.
Çürümek, kokmak, bir çukura terkedilip, unutulmak…
Ya da tam tersi yeniden diriliş, cennet, cehennem…
Bu korkunun kaynağı ruh ve beden ikiliğidir.
Bir tarafta bedenin çürümesi ve kokması,
öbür tarafta bilincin karanlıklara hapsolması.
Belki de ruhun bedenin sınırlarının dışına çıkması, özgürlük...
Ya da ruhun terki ile bedenin ab-ı hayatıdır.
Hem umuttur ölüm, hem de korku.

Ölüm, gerçeklikteki ruh beden karşıtlığının acı sonlanmasıdır.
Her ikisininde trajik yitirilmesi…
İnanç kurtuluştur!
Ruhu bedene tercih ediştir,
zihnin bedene üstün gelişidir…
Bedenin yokoluşu ruhun özgürleşmesi,
insanın çatışmasının sonlanması ve acıların terkidir…
Ya da tam tersi...
Bedenin ruhun çığlıklarını dindirmesidir.

Cennet bedenin yeniden dirilişidir,
ruhun yeniden hapsedilmesi…
Ruhun arınması ve bedene kavuşmasıdır.
Ruha öfkedir cennet tasavvuru…
Bedenin özgürlüğü ve arzuların tatminidir.

Cehennem ise ruhun bedene öfkesidir,
bedene acılar çektirerek, ruhun intikam alışıdır.
Ruh yargılanmıştır, suçlu bedendir…

Ben araftayım.
Ne beden ne ruh…
Hem beden hemde ruh...
İkisinin çatışmasının karşıt biçimlenişi…

Ölümü bekliyorum.
İsa'nın sonu gibi…
Çarmıhta beden ve ruhun beraber çektiği acılar,
bu düalist birlikteliğin gerçek yok oluşu…

Ölümden sonrası diye düşünür insan,
sonrası bir hiç,
ne zor söylemek, ölüm olmuş kurtuluş…
Beden acılarda, ruh azapta…
Karşıtlık çelişkilerini yitirmiş, birlikte mutlu!
işte benim acı veren trajedim…
ölüm bilimde anlam bulmuş…
çürümek, kokmak ve unutulmak…
işte benim acınası hasretim…
ölüm korku olmaktan çıkmış,
yokoluş doğal döngü olmuş…
Ey İsa yardım et…
Çarmıhına al beni…
Bedenin ve ruhun korkularını ver bana…
Bedenin arzuları ruhun küçümsemeleri ile buluşsun…

'Ey tanrım beni niye terkettin'…
Neden arafa hapsettin…
Arzular nerede?…
Ruhun bedene, bedenin ruha öfkesi nerde?
Sonrası çürümek, kokmak ve unutulmak olana,
bu hasret ve umursamazlık niye...
Ruh bedende ölmüş, beden ağırlaşmış…

Ruh ve bedenin çatışması gerçeklikte verilen savaşsa,
Benim yönüm ne?
Neden savaşı kazanmak için cennetim ve cehennemim yok?
Araftayım…
Yürüyecek mecalim yok…
Ruhumun haykırışı fısıltı olmuş…
Bedenim sağır…

İşte dostlar bu şekilde  ölürsem,
dalga geçerek deriz ya bazen,
'ya varsa' diye…
Eğer varsa!…
arada hapishaneme gelin…
biraz müzik, biraz da kitap okuyun,
ama fazla konuşup, kafamı şişirmeyin…

Periklytos'13

Yaşama Kazık


Yaşam nedir?

Bugün okumaya niyetlendiğim bir biyoloji kitabının başlığı. Kitabı başlığından korktuğum için okuyamadım. Yaşamın biyolojik tanımından korktum. Elimizde kalan şarkılara konu olan, romanlarda aradığımız, sevgilinin gözlerinde bulduğumuz, bir kadeh şarabın o kan kırmızı derinliğinde kaybolarak aradığımız, dost sohbetlerine meze olan anlam ve merakı kaybetmekten korktum.

Sonra korkmaktan korktum. Herşeyden ne kadar korktuğumu farkettim. Yaşamak için korkmak, korkmak için yaşamak. Hayatta kalmak için aklımı sattığım, korkmak ve yaşamak arasındaki düalist ittifak. Bu ittifakı kırmak lazım. Devrim düzeni değiştirmek değil, korkuları yıkmaktır. Devrim sanattır. Bir şarkı, aşk, düş, göremediğmiz detaylar ama en önemlisi ruhu ve vicdanı olandır. Sonra aklıma ama değiştirirsek yenisini nasıl kuracağız sorusu geldi. İşte yine korku girdi aklıma bir şeytan gibi...

Sonra ne olacak? Ne olacaksa olsun be! Can Yücel'in dediği gibi "devrim bir maratonsa onlar bunun en güzel yüz metresini koştular." Belki sadece koşmak gerek. Bozcaada'da uçurumun kenarında umarsızca gece karanlığında koştuğum gibi. Belki yeniden insanların yüzlerinde kendi hayallerimizi aramanın ya da romanlar okurken kendimizi o romanın içerisinde hissetmenin zamanı gelmiştir. Hayatın korkuyla örülen o görünmez sınırlarını aramanın ve ötesine kaçmanın hayaline kapılmak gerekiyor. Peki neden yapmıyorum diye düşündüm. Aklıma Yahudi toplama kampları geldi. Neden isyan etmediler? Neden görünen tel çitlere koşmadılar? Sonra hayatın bir toplama kampı olduğunu düşündüm. Çalışmak, itaat, sebepler, akli olan, gereklilik, zorunluluk, esaret, ahlak; yaratılan hayatın özünü anlatan sözcükler. Toplama kampındaki gibi. Tek fark bizim tel örgülerimiz bakmayı bilmediğinde görünmez olmuş. Peki neden bedeni yaşatmak için aklın yitirilişi… İşte yine biyoloji kitabından korktum. Öylesine, bir esir gibi yaşamanın mantığını anlatmasından korktum. Bu kez devrimci bir korku bu…


Korkuyu devrimcileştirmek gerektiğini işte bu sabah öğrendim...

Ne zor kaçacak yer kalmamış. Sığınacak tek yer hayatın kendisi olmuş. Ya zihnim odamda benimle kalan çaresiz hüzünlü aklım. Onu vermeyeceğim. O direnecek. O devrimci kalacak. O sanatla, aşkla, bilme isteğiyle kendi kendine yitip gidecek, onu taşıyan bedene ve kapının dışındaki ikiz kardeşi itaatkar akla acıyarak el sallayarak veda edecek birgün kadim yolculuğa çıkarken. Peki geride ne kalacak? Ne kalırsa kalsın, o da  benim geride kalanlara kazığım olsun!

Periklytos'12